
KARACADAĞ TARİHİ
Yılmaz Güney’in “Arkadaş” isimli filminde Azem, kent ortamında yozlaşan arkadaşının ruhunu arındırmak için, Karacadağ’a gönderir. Bir tür “dönüş” efsanesi ya da çoktan yitip gitmiş masumiyeti bulma çabası! Demir çarıklı derviş misali, düşlerinin izindeki yürüyüşü, Mezopotamya’nın kuzey ucundaki bir yaylayı sürdürmek! Karacadağ’a bu ruh haliyle yollandık. Zira bu dağ, 1200 yıldan beri İran ve Irak’taki Kürt aşiretlerinin Anadolu’ya yayılmasında dağıtım bölgesi; temel konak işlevi görmüş. Kürt göçleri açısından Ortaasya rolünü oynamış. Bu dağa dair, efsaneyle karışık Kürtçe bir özdeyiş var: Çiya Qerejdağ e, diben çiyaye (Karacadağ, derler ki dağdır). Hem yakın, hem uzak; hem dağ, hem değil. Urfa, Mardin ve Diyarbakır il sınırlarında, üçünü birbirine bağlayan bir plato. Yaşı geçkin olmasına rağmen nazlı bir sevgilidir o. Urfalı için uzak bir hayal; Viranşehirli ile Siverekli açısından baba ocağı, evlat otağıdır. Diyarbakırlının gözünde salt sönmüş bir volkan; Siverek ilçesinden Diyakbakır’a kadar sağlı sollu silme taş kesilmiş bir arazi, bir taşlık alan değildir. O bin bir çiçek ve böceğin barınağı; bir uygarlık beşiği, bir kadim tarih, bir şiir, bir hikayedir. Sözgelimi yöre insanı Ahmed Arif’in dizelerini süslemiş: “Açar, kırmızı yediverenler/ Ve kar yağar bir yandan? Savrulur Karacadağ? Savrulur Zozan” Diyarbakır tarihini yazan Şevket Beysanoğlu, halk arasında volkan patlamasını nasıl yorumladığına değinmiş: “Bir ejderha ateş püskürmüş; sonra onu zincirlere vurup susturmuşlar!” Yazar Şeyhmus Diken, bize, Karacadağ’ın şehir için ne ifade ettiğini anlatıyor: “Püskürttüğü lavların gri andezite ve bazalta dönüştürdüğü taş ile kaya parçaları ta Antep’teki kiliselerin inşasında kullanılsa bile, asıl şekillendirdiği şehr-i kadim Diyarbekir’dir. Ülke sınırları içinde en az on yabani buğday ürününün yarısı Karacadağ kaynaklı. Eteklerinde yapılan son kazılarda, 11 bin yıldan bu yana yabani (einkorn) buğdayının yerelleştirildiği bilimsel bir veridir.” Diken, Diyarbekir ile Karacadağ’ın aşk ve nefrete dönüşen ilişkisini şiirsel biçimde dillendiriyor: “Bu dağ, dağ olalı beri, böylesine kin kusmadı. Kini ateş olup, kasıp kavurdu silme ovayı. Ateş söndü, taşlaştı. Ova silme taşa kesti. Yanı başındaki şehir, şehir olalı, öfke duyduğu bu dağa, ‘Hükmün kimedir?’ dedi. Dağın kusmuklarından surlar ördü bu şehir. İçine de evler. Kimliğini, dağın kustuğu taşlara işledi. Dağ haddini bilsin diye.” Mezopotamya’nın bu kadim dağının, bu içi geçmiş volkanının, harabat halindeki etek ve tepelerinin taşa kesilmesi kimseyi yanıltmasın. İçini boşaltıp ölmüş; taş doğurup taşlaşmış ama ölürken, o ölü haliyle bile tekmil çevresine Diyarbekir, Mardin, Urfa ve Antep’e can vermiş; yaşam tarzlarını belirlemiş. Üfürdüğü, savurduğu kara taşlardan şehirler, kasabalar ve köyler kurulmuş. Taşlarını canlı kılmış; binalara konulan taşları nefes alıp vermiş, havanın zehrini (karbondioksit’ini) kendisi içmiş, insana oksijen bahşetmiş. Petrografik ve jeokimyasal verilere göre; Karacadağ üç ana evrede, pek çok fazda Üst Miyosen’de meydana gelmeye başlamış; yakın zamana kadar oluşumları devam etmiş. Tümü bazaltik (olivin, bazalt, tefrit, bazenit, trakibazalt türleri) bileşimlidir. Orta Miyosen’den itibaren Arap Plakası ve Anadolu Plakası çatışmasındaki sıkışmadan meydana gelen manto yükselimi aracılığıyla gerçekleşen kıtasal plato bazalttır. Urfa İl Müze Müdürü Eyüp Bucak aracılığıyla Siverek Belediyesi, bize, araba ve yöreyi iyi bilen şoför Muzaffer Özanalan’ı verdi. İlk konak, Kaynak köyüydü. Ağa Kaynak, havuzlu küçük çiftlik evinde bizi ağırlamadan daha fazlasını yaptı. Bölgenin tarihçesini, sosyo-kültürel yapısını anlattı: “Babam eskiden ağaymış; dağın Siverek’e bağlı köylerinin çoğunun sahibiymiş. Fakat arazinin değeri yokmuş; bir at karşılığında dönümlerce arazi alınabiliyormuş. Zamanla köyleri, ırgat ve marabalara dağıtmış. Eskiden Karacadağ ağaç ve ormanla kaplıydı. Develerle odun getirilirdi. Ne deve kaldı, ne de odun. Şimdi develer gelince, atlar onları vahşi hayvan sanıp ürküyorlar. 150-160 hanelik kaynak, Karacadağ ismiyle belde oldu. Karacadağ yöresi, her bakımdan Siverek’ten ayrı özellikler taşır. Soğuk olduğundan kışlık giysiler ağırlıktadır. Düğünler kaval eşliğinde yapılır; oyunları sert ve hareketlidir. Düğün davetiyesi (Kürtçe: xelat) bir top kumaş olarak gönderilirdi. Karşılığında yağ, peynir, kurbanlık koyun gönderilir ki, düğünün masrafı hafiflesin. Erkek tarafı, düğün evine bir sorık (kırmızı sancak, bez) asar. Önceleri, gelin devenin sırtına kurulu toda (tahtırevan) içinde getirilirdi. Kadınlar, gelin uğurlama şarkıları söylerlerdi. Çeyiz iki gün önceden gönderilir; gelinin yüzüne çefiye denen bir duvak örtülürdü. Gelin evinden çıkarken, kız evindeki bekar erkek için bir koyun hediye verilirdi ki, hem bekarın kısmeti açılsın hem de gençler onu kesip eğlenebilsinler. Buna ‘azap koyunu’ denirdi. Gelin alayı yaklaşırken, damat atıyla düğün çadırının önüne gelir; elindeki bir sopayı, çadır veya damın üzerinden savururdu. Başlık hala var, günümüzde 4-5 milyar kadar. Kız kaçırılırsa başlık 14-17 milyar; kadın kaçırmada fiyat iki mislidir. Bu konu sorunludur; zira ‘namusun fiyatı olmaz’ diyenler de var. Daha geçerlisi berdel (kız takası yoluyla evlenme) olayıdır. Bizim zamanımızda berdel düğünlerinde, iki tarafın buluştuğu orta yerde, gelini ilk deveye bindiren üste çıkardı. Berdel evliliğinde erkek karısını döver veya boşarsa, diğerinin kocası da aynı muameleyi yapmak zorunda. Kirvelik çok önemlidir. Kirve, sünnet ettirdiği çocuğun masraflarının yanı sıra düğününün masraflarını da karşılar. Sulha, aşiret barışıdır; araya büyük ve hatırlı kimseler girer; kararlaştırılan mutlaka yerine getirilir. Taziyeler üç gün sürer; genelde iş yapılmaz. Gelenler taziye evine katkıda bulunurlar. Bizdeki Cenbeli (Hakkari Miri) ile Sıyabend u Xece isimli halk destanları meşhurdur. Beşire Hemo dengbejlerin hasıydı; beş dakikalığına oturur sabaha kadar destan ve klam (türkü) söylerdi. Kadın dengbejlerden ise Salhe namlıydı. Yöre aşiretlerinin başını Tırkan’lar çeker. Derik’ten Çıkrık köyüne kadar yayılmışlardır. Çoğu mürit takımıdır. Bunları, beyaz puşilerinden tanımak mümkün. IV. Murat Bağdat Seferi sırasında geçerken Tırkan’ları buraya yerleştirmiş. Kejan aşiretinin 6-7 kolu var. Kırvar’lar Hop köyünden gelmişler. Arap aşiretleri daha aşağıda yerleşiktir. Kırvarlar Zaza, Bucaklar Çermik kökenlidir. Dağın kuzeydoğusu ve güneyi silme Kürttür. Döğmelerin bir kısmı aşiret işareti gibidir.” Ağa Kaynak’ın misafiri avukat Mehmet Vural, 1650-1700 yılları arasında bölgenin büyük bir göç yaşadığını belirti. Yöreden kalkan bir kısım aşiretlerin Konya-Kırşehir gittiklerinden, berri (ovalık kırsal alan) kesimdekilerle Karacadağ’ı yazlık otağı haline getiren ünlü Mılli (Hamidiye Alayları’nın belkemiği ve önderi) aşireti arasında 100 yıl süren çatışmalardan (vurgun-talan-baskın şeklinde) söz etti. Vural’a göre Kejanlar Hazar Gölü, Tırkan’lar ise Van taraflarından gelmişler. Vural, “bölge kadınları, ceylana olan sevgileriyle nam salmışlar” diyor ve ekliyor: “Delale Mıla (Karacadaği) adıyla bilinen giysi pek özgündür.” Hurri devrinde Kaşkuri, Kürtçe Çiyaye Reş, Latince (muhtemelen) Masiya adını taşıyan Karacadağ’a seferimiz başlıyor. Ağa Kaynak ile yeğeni Hüseyin de arabalarıyla eşlik ve rehberlik de ettiler. Karabahçe köyünden itibaren farkında olmadan tırmanıyoruz. Karacadağ’ın özelliği olmalı. Yükseltiler var ama dağ değil. Sanki dağ yayılıp pelteleşmiş! Sizi aldatıp, kendine çekermiş; yamaçlarını altınıza serip kendine davet eder gibi bir hali var. Bir bakıyorsunuz ki dağın tepesindesiniz. Sırasıyla Xan, Sıme Evdo, Birebereza, Birasor, Guhuramezin, Dura Tırşo, Guhur, Kollubaba, Mergemir (iki ziyaret yeri), Kanisork, Gıre Ecem (Acem Tepesi: Safeviler konaklamış) ve Mandel isimli göçer obalarını geziyoruz. Üç ünlü vadi ve su kaynağı görüyoruz: Çelkani (Kırk gözeler), Eyyüppınar ve Zirkevi. Her taraf guni (geven), taş ve kayayla kaplı. Göçerler üç kısım: İlki konar göçerler; yazı yaylada, kışı Ceylanpınar, Viranşehir ve Çınar tarafında ovada geçirirler. Tek geçim kaynakları hayvancılık. İkincisi, dağ çevresindeki köylerde yerleşik olanlar. Sadece yazın hayvanlarını Karacadağ’a götürürler; sonbahar ve kışın köylerine dönerler. Üçüncüsü eskidenmiş; bölgenin yerlisi olmayıp dışarıdan gelen Beritanlılar aşireti gibiymiş. Kimi konar göçer obalarının yanı başında küçük bostanlar var. İğde, incir, asma ve kavak ekili. Yerleşik olmaktan umut kestikleri için, muhtemelen buralarda yurt kurmayı tasarlıyorlar. Bu göçerlerin kıl çadırları (Kürtçe: kon, el) varg denen geniş bir alanı kaplıyor ve etrafı revag isimli çitle çevrili. Açık ve dostlar; lokmalarını herkesle paylaşıyorlar. Genelde 12 direkli çadırlar, hane halkı ve misafirler için ikiye bölünmüş. Ama kaç-göç yok. Kadınlar misafirlerle konuşup, onları çay-yemekle ağırlayabiliyor. Erkeklerin çoğu kadınların pek azı Türkçe biliyor; çocuklar ise hiç bilmiyor. Kalabalıklar; Yaşar Cankat (60) ile Sinan Akhanım’ın dokuzar çocuğu var. Sinan Kürtçe dert yanıyor: “Son 2-3 yıldır durumumuz parlak değil. Göçerlik, hayvancılık bitti. Herkes buraya üşüştü, nüfus çoğaldı. Kuraklık bizi mahvetti. Koyun ucuz; süt, peynir, yağ para etmiyor. Bize gerekli olan yiyeceği çıkar, elde avuçta bir şey kalmıyor.” Eyüp Ağan (46) ise “İran ve Suriye’den gelen kaçak hayvan yüzünden hayvan fiyatları an alt düzeyde” diye yakınıyor. Kadınlar şikayetçiler: “Çekilir gibi değil; bıktık. Alternatif olmadıkça bu hayata mahkumuz. Hasta için dermanı sadece Allah’tan bekliyoruz.” Anlatılanlara bakılırsa, kışın uygun kırraç (hayvanların otlayabileceği, kar tutmayan ovalık alan) için ovaya giden göçerler; yerleşik köylülere mera kirası ya da Ceylanpınar Üretme Çiftliği yakınlarında ona buna hava parası vermek zorundalar. O da bulunursa. Konuştuğumuz ova köylüleri ise, göçer sürülerinin tarlalara “zarar vermelerinden” şikayetçiler. Okul yok; kimse okumuyor. Sağlık hizmeti nadiren veriliyor. Teknoloji namına sadece piknik tüpü ve az sayıda cep telefonu var. Tüm obalardaki talep aynı: “Devlet, onlara yerleşim yeri versin!” 1983 m. yüksekliğindeki bu platonun iki yanında 500-700 metreye varan tepeler var. Gıre Mandel’e tırmanıp günbatımını seyrettik. İrili ufaklı yükseltiler, kademeli biçimde ovadaki düzlükle birleşiyorlar. Zirvede, kişi, kendini dört bir yanın efendisiymiş gibi bir hisse kapılıyor. Mandel obası, ünlü Mılli Aşireti reisi İbrahim Paşa’nın yaylağıymış. Toprağı kırmızı, sanki üzerinde geçmişin ihtişamı var. Antik bir yerleşim bölgesiymiş; birçok tarihi eser bulunmuş ve her taraf define avcılarının kazı izleriyle dolu. İkinci güzergahımız Sivevek’e bağlı yamaç köyleri. Tıftıl, Boglan, Gedik, Xırbeşer, Çıkrık, Sofice, Asice, Ahurtepe, vs. diye yaklaşık 15 köyden geçtik. Merkezi konağımız Çıkrık Köyü. Burası tarihi eserlerin barındırmasıyla namlı. Konuk olduğumuz Abdülkerim İrim (73) dokuz çocuk babası. İrim ailesi, kan davası nedeniyle kendisine sığınan Mala Hemide diye bilinen büyük bir aileyi yıllarca korumuş. Aslan başı nakışlı bir taşı, evinin ilk basamağı yapmış. Anlatıyor: “Köy ve dere ağzında sayısı belirsiz tarihi eser bulundu. Çeşitli sikkeler, öküz, çocuk, insan, kadın (bronz), geyik (altın) heykelcikleriyle çanak ve çömleklerdi bunlar.” Şoförümüz Muzaffer Özanalan, “küçükken buralarda altın sikkelere rastladığını” söyledi. Define aramaları veya tarla sürme sırasında birçok yerde (Asice, Karakeçili gibi) döşeli mozaik bulunmuş. Bir kısmı bilinçsizlikten tahrip edilmiş, bir kısmının üstü jandarma tarafından kapatılmış. Karakeçili’deki örneğini Siverek Anadolu Ajansı muhabiri Şükrü’nün bilgisayarında gördük. Çıkrıklılar, Tırkan aşiretine mensuplar. Kökenleri konusunda farklı fikirler var: Bazıları “Ortaasya Türkmenleri oldukları ve sonradan Kürtleştikleri” görüşündeler. Fakat Salih Işık gibi gençler, dedelerinin anlatımına dayanarak, “Biz, bine xette (Suriye)’den geldik. Kürtçe adımız Teyrikan’dı; sonradan Tırkan’a dönüştü. Türk olduğumuz iddiası buradan kaynaklanıyor” diyorlar. Çevre köylerinin geçimi, tarım ve hayvancılık üzerine. Eskiden taşlık arazide pirinç ekilirmiş; sonra arpa-buğdaya, şimdi de domates ekimine ağırlık veriliyor. Hasat bitince, üstü açık kamyonlarla Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiyorlar. Köyün biraz ötesinde çadırda bir göçer düğününe rastladık. Gördüğüm düğünlerden farkı şuydu: Kaval eşliğinde halay çekildi. Yakın dönemde bir akrabaları vefat ettiğinden, çalgı ve oyun işi uzun sürmedi. Erkekler bölmesinde, yanık sesli bir hoca Kürtçe mevlit okudu. Gelin karşılama sırasında badem, bulgur (bereket için), tuz (nazar için) ve şeker (çocuk ve mutluluk için) serpildi. Aslında köy düğünleri, eskiden 7 çifte davul zurna eşliğinde bir hafta sürermiş; şimdi üç güne inmiş. Düğünler için dışarıdan aşık (şölen hizmetlileri), gevende (davul-zurnacı) ve dela’ile (çalgıcı-çengi) getirilirmiş. Zazalara gidenlerle Kurmançlara giden çalgıcılar aynı değiller. Siverek’te görüştüğümüz davulcu Ali Satan, baba mesleğini sürdürüyor: Yılda 100-150 düğüne gidiyor. Davul kendi yapımı, zurna Antep’ten geliyor. Davul derisine yakılan kına, bakire kızları onurlandırma simgesiymiş. Kendini Siverek kültürüne adayan Ramazan Özgültekin’le ilçe merkezinde buluştuk. Karacadağ’ın iki özelliğine vurgu yaptı: Bir; eskiden “karlık” denen çukurlarda taş döşenir, üzerine saman serpilir. Onun üzerine kar konulur ve toprakla örtülürmüş. İyi basılsın diye gençler çukurun üstünde davul eşliğinde tepinirlermiş. Soğuk hava deposu niyetine kullanılan çukurdaki kar, kalıplar halinde çevre il ve ilçelere taşınır; yazın farklı yerlerde kullanılırmış. İki; Kanuni Süleyman Bağdat Seferi’ne giderken Karacadağ’dan getirilen “Hamravat Suyu”nu içip rahatladıktan sonra, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” özdeyişini söylemiş. Zira bu su, “safra ve balgamı temizler; sevda çekenleri rahatlatırmış.” Eskiden yöredeki ilginç bir töre’den söz edildi: Altunahuru civarında Mala Şeyhe Ziraf namıyla bilinen bir şeyh, iftira ve karalama gibi olaylarda kendisine başvuranlardan haklıyı haksızdan ayırabilmek maksadıyla farklı bir yöntem geliştirmiş: Davalıları önüne alıp, bir ibriği döndürmeye başlıyormuş. İbriğin ağzı kime rastlarsa suçlu oymuş. Ateşte kızdırdığı bir şişi suçlunun dilini dağlamak üzere yaklaştırıyormuş ve suçlu son anda gerçeği söylüyormuş. Töreye, halk arasında “bela’a” deniliyor. Son durağımız Diyarbakır’ın Çınar ilçesine bağlı köyler. Kaymakam İdris Bey’in yardımıyla Ovabağ, Kalecik, Leblebitaş (Çepeniya) ve Karasungur (Geliyebukan) köylerine gittik. Bu taraf sanki volkanik patlamanın dün yaşandığı bir mıntıkaymış izlenimi veriyor; 50 km. uzunluktaki bir kömür deposunu andırıyor. Aynı zamanda bazaltların içinden fışkıran sık ağaç türleriyle kaplı. Ovabağ muhtarı Kemal Yüksel Zıriki aşiretinden. Onyıllar önce Ağrı taraflarından gelmişler. Muhtar bilinçli bir çevreci. Avcıların az görülen yabani hayvanların soyunu kurutmasından şikayetçi: “Kurt hala var; tavşan kalmadı. Arıcılar, tavşanı bitirdiler. Domuzlar pirinç tarlasına saldırınca, teneke çalıp kovalıyoruz. Keklik ise tarım ilaçlamasından bitti. Son zamanlarda birkaç ceylan gördüm ama avcıların kurbanı oldular.” Diğer etekte göremediğimiz pirincin hasını, muhtarın tarlasında bulduk. Yöre pirinci deyince, durmak lazım! Taşlık ve soğuk suyla beslenen toprakta yetişiyor. Yedi yılda bir ekilmesi gerek; yoksa toprağın bereketi kalmaz. Arazinin yapısına göre 1’e 60 ürün verebilir. Bir ölçeğe dört-beş ölçek su koymak yazım ki, beyler sofrasının pirinci kıvamını bulsun! Şair Ahmed Arif, bam telini yakalamış: “Zehirli kör yılanları/ Ve sıtmasıyla/ Gün yirmi dört saat insan avında/ Karacadağ’da çeltikler/ Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi/ Ayak bileğinde bir dizi boncuk/ Sol omzunda nazarlık/ Dağ başında unutulmuş, üşümüş/ Minicik bir aşiret kızının/ Damla damla, berrak olur pirinci/ Kamyonlarla, katır kervanlarıyla/ Beyler sofrasına gider…” Güzergahtaki son varış noktamız Gıre Bedro (Bedro Tepesi). Obadakiler, Şahin aşiretinden. Zazaca ve Kurmanci konuşuyorlar. Anlattıklarına göre 300-400 yıl önce Bingöl tarafından gelmişler. Bir paşanın hışmına uğrayan kardeşler; dört bir yana göçmeden önce kendi aralarında, “Şeva reş, şuva reş; miya qer, berxe ber” (Kara gece, kara nadas; karakoyun ve önündeki kuzu) parolasıyla yüzyıl sonra birbirlerini bulmuşlar. Onlar da yaşamlarından şikayetçiler ama başka meslek olmayınca, köy ile yayla arasında idare etmeye çalışıyorlar. Bölgedeki biricik deve sürüsü (50 kadar) bu göçerlerin mülkiyetinde.Zekai Bahar, Leyla Şen ve Nazan Üstündağ tarafından Karacadağ köylerindeki sosyal yapı ve tarım üzerine yapılan bir araştırmada şu tespitler göze çarpıyor: “Yörede aşiret-şeyhlik yapısı egemen. Karar alma sürecinde yaşlı-genç ayrımının önemi azalıyor. Kapitalist üretim, geleneksel yerlerde bile belirleyici. Köyler/köylüler arasındaki fark, ekonomik kritere dayanmıyor. Tabakalaşmada (zengin-fakir terimi) net değil. Sosyal hareketlilik sorgulanıp değiştirilemez gibi. Kadınların karar alımına katılımı sınırlı;onlar iş yükünden şikayetçiler. Geleneksel feodal güçler politikada etkililer. Politik örgütlenme ve bilgi kanalları genişliyor. Doğal kaynaklar hızla tükeniyor.”Karacadağ’da tilki, kurt, domuz, kertenkele, akrep bulunur. Silva denen bir kuş türünden de bahsediliyor. Fakat asıl yöreye nam salanlar yılanlar: Kara, kırmızı, sarımtrak, alaca (kahverengi-beyaz, sırtı maviye çalan karın kısmı beyaz), küt veya kör olan türleri var. Kırmızı yılanlar, kuyrukları üstünde başları dik yürürler. Nadir bulunan beyaz yılan mübarek sayılıyor. Karayılanlar, hem kırmızıları hem kendi cinslerini yiyorlar. Köylüler, çok kez iki karayılanın kuyrukları üzerine birbirine sarılarak dövüşüne veya sevişmesine tanık olmuşlar. Krem rengindeki yılan, uyuz keçilere ilaç olarak kullanılıyor. Gırbelk Köyü yakınlarında 1976-77 yıllarında insanlar açtıkları çukurlarda günde 20-30 teneke yılan çıkarıp atarlarmış. Köylünün biri, sır verdi bize: “Erkek kaplumbağa çiftleşmeden önce bir ot bulup dişinin sırtına koyar. Dişi tılsıma kapılmış gibi hareketsiz bekler. İnsan eğer o otu bulursa, muradına erermiş!”Yöredeki flora (bitki örtüsü) üzerine araştırma yapan Diyarbakır Dicle Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Selçuk Ertekin’in “Karacadağa’da Bitki Çeşitliliği” kitabına göre; yabancı araştırmacılar, yörenin florasıyla 19. yüzyıldan beri ilgilenmişler. 1957’te Davis ve Hedge isimli iki araştırmacı, öndemik Hesperis Hedgei türünü keşfetmişler. 1960’tan sonra geofitler (nadide çiçekler) toplanmış. Liliaceae-iridaceae familyasından 26 tür belirlenmiş. Dağ ve eteklerinde 39 familyadan 154 cinse ait 254 bitki türü olmak üzere toplam 258 fakson tespit edilmiş. 40-50 yıl öncesi az orman varmış: Başlıcaları meşe, mazı, çitlenbik, dardağan, alıç, menengiç, ahlat, yabani armut ve dişbudak imiş. Endemik-nadir bitkinin yanı sıra buğdaygil-baklagil bitkisinin yabani akrabaları yaşıyormuş. Bu arada geven, pişik geveni, safran, düğün çiçeği, kenger, yılan yastığı, papatya, kan damlası ve sütleğen yörenin en fazla göze çarpan bitkileri olarak bilinir. Endemik bitkiler arasında şunları saymak mümkün: Hesperis Hedgei, Lathyrus trachcarpus, paracaryum. Sonuncu bitkinin 20-30 kadar örneğine rastlanmış. Endemik bir bitki olan Paracaryum Kurdistanicum’un 1200-1300 m. yükseklikte 200-250 kadar örneği mevcut. Symphytum aintabicum’un ise Kollubaba Tepesi’nde 30 çeşidi var. Urfa Harran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nden Hasan Akan’la görüştük. Karacadağ’daki bitkilerin çeşitliliği, ona “botanik turizmi” projesi fikrini vermiş. Nusaybinli olduğundan, konuya ilişkin kitabında çiçeklerin Latince, Türkçe ve Kürtçe isimlerini sıralamış. Türkçe ve Kürtçe olanlarını verelim: Yabani Soğan (Zilkura), Harput soğanı (sirım-girven), yabani soğan (serqiçik), Manisa lalesi-şakayık-dağ lalesi-anemon (çiçek a manga- kolbız), çiriş otu-yalancı çiriş (giha reş), dağ sümbülü (zul-zule kera), sucuk (gadri-zilka ereba), hanımtuzlugiller (zermasi-botapk), deli salep-it sarımsağı (pivenk), acı çiğdem, hasır otu-bataklık gülü, kar çiğdemi-katır çiğdemi (çiçek e qabani-cinnet-cıhenime), gözenek (pifok), orkide-salep, çiğdem, yılan dili (gari-gardi), dağ pırasası-sarı zambak (gullik-gülük), devetabanı-devetopalağı (çakmuz), kılıç otu (glayöl), inci sümbülü, kurt kulağı (kolbiz-guhmeşik), meşe navruzu, tatarcık-köpek otu (xiyarok), hanımtuzlugiller (şekrok), morbaş-gavur soğanı, çayır salebi (hiro), kurtkirişi (hiro), akbaldır-akpandur (serpiçe), kurt soğanı, akyıldız, tükrük otu, puşkinya (serhişing), kırmızı düğünçiçeği-gelincik (kulilka sor), sarı düğün çiçeği (zul), Mezopotamya sümbülü, teke sakalı-dağ çöveni (bırçalık), kıvrım-yemlik (gezel), vargetgülü-kışnergizi (vehvehe-vehvehok), damkoruğugiller (kasımatu), peygamber çiçeği (payavşani, de’lık). Bitkilerin Kürtçe isimlerini Çınar’a bağlı Ovabağ Köyü muhtarı Kemal Yüksel ve yanındakilerle birlikte tespit ettik. Anlattıklarına göre bir kısmı yeniliyor; bazıları kansere iyi geliyor, bir-iki tanesi dondurma mayası olarak kullanılıyor. Ha, bu arada Çınar sınırları içinde Gıre Bedro (yayla)’daki göçerlerden 63 yaşındaki Tevfik Turhan, Geloşka Dımırci (Demirci Tepesi) denilen bir yeri göstermek için bize rehberlik etti. Gerçekten ribat/gözetleme-savunma) amaçlı bir ören yeri, virane bir şehir kalıntısına rastladık. Hiç harç kullanılmadan yapılmış kale ve evler, tarih öncesi site-devletinin izlerini taşıyor. Büyük kayalara kalp veya köşeli (O) harfi benzeri şekiller kazılmış. Tevfik amca, yolda rastladığımız çiçeklerin Kürtçe isimlerini şöyle sıraladı: Masicank, gustberxık, severik, guhbelko, sivıcık. Ters lale (lala wejin) bölgeye özgü olduğu söyleniyorsa da, başka yerlerde de rastladık. Fakat siyah lalenin endemik olma ihtimali var. Doğukent (Dasdibek) köyünden İl Meclis üyesi Mahmut Yıldırım, tepelerdeki ağaçları 1965’te, siyah laleyi en son 1975’te görmüş.Biri kesimden, diğeri erozyondan yok olmuş. Göç otağı; göç yatağı; Kürt aşiretlerinin Ortaasyası ve binlerce yıllık tarihi olayların tanığı Karacadağ’a doyamadan ayrıldık.